Bağlı: İmralı'yla ilgili AK Parti'ye haksızlık yapılıyor! - Son Dakika
Güncel

Bağlı: İmralı'yla ilgili AK Parti'ye haksızlık yapılıyor!

Bağlı: İmralı\'yla ilgili AK Parti\'ye haksızlık yapılıyor!

AK Parti Şanlıurfa Milletvekili Adayı Mazhar Bağlı, "İmralı'yla ilgili AK Parti'ye haksızlık yapılıyor!" dedi.

18.05.2015 10:47

Hükümete yönelik, "Kürtlerin talep ettiği hakları vermek yerine İmralı'da pazarlık konusu yaptığı" yönündeki eleştirilere AK Parti Şanlıurfa Milletvekili adayı Prof. Dr. Mazhar Bağlı yanıt verdi: "Böyle bir durum yok. İmralı'da üzerinde durulan konu örgütün silah bırakması veya silahlı elemanlarının koşulsuz bir biçimde Türkiye'nin dışına çıkarılmasıdır."

PKK ve HDP'nin İmralı'da pazarlık varmış gibi bir izlenim verip bunu propagandaya dönüştürmek istediğini kaydeden Bağlı, "Bugüne kadar yapılanların tamamının bu bahsi geçen pazarlıklar sonucu yapıldığını bir propaganda olarak HDP ve PKK gibi çevreler kendilerine siyasi alan oluşturmak için yapıyorlar. Bu doğru değil, haksızlık da olur." dedi

RÖPORTAJ: MUSTAFA ARISÜT

HEM SOSYOLOG HEM DE PARTİLİ OLARAK KONUŞTU

AK Parti'nin 4'üncü sıra milletvekili adayı Prof. Dr. Mazhar Bağlı, 'Kürt Sorunu', Çözüm Süreci, Töre ve Namus Cinayetleri, Kadına Yönelik Şiddet, Mevsimlik Tarım İşçileri, Başkanlık Sistemi ve Yeni Anayasa konularında çalışmaları ve yazıları olan bir akademisyen. Gazete İpekyol olarak, Bağlı ile hem sosyolog hem de partisinin bir vekil adayı olarak konuştuk. Partisinin MKYK Üyesi de olan Mazhar Bağlı, yaptığı seçim çalışmaları esnasında Urfa'nın fotoğrafını ortaya koyarken uzmanı olduğu konularda çözüm önerilerini de tek tek sıraladı.

'ETNİK AÇLIĞI DOYURMAK MI İSTİYORUZ?'

Çözüm Süreci hakkında, durumu analiz ederken, "Bir etnik açlığı doyurmak mı istiyoruz, yoksa bir etnik meseleyi bitirmek mi istiyoruz? Bu iş bir etnik açlığı doyurmaya dönüşürse ben biliyorum ki, etnik açlıklar doyurulamaz. Şöyle düşünün deseniz ki 'ben Kürt olduğum için bana bir ayrıcalık tanıyın.' Diyelim ki tanıdınız. Ben bir Urfalı olarak itiraz ederim. Kardeşim ben Diyarbakır'dan farklıyım. Hakikaten de farklıyız. 'Farklı bir ayrıcalık verin' derim. Bu sefer Urfa'ya verseniz derim 'ben Halfetili'yim' o zaman da itiraz ederim." şeklinde tespitini paylaştı.

Urfa'da herhalde ilk defa böyle uzun bir çalışma ortamı buldunuz. Sokakları dolaştınız, insanlarla görüştünüz. Bir sosyolog olarak Urfa'nın fotoğrafını nasıl çektiniz, nasıl görünüyor? Size göre çok mu zor sorunları var? İnsanları çok mu zor?

Evet, bir takım temel sorunlar var. Gerçekten Urfalıların belli bir hayat standardı var. Belli bir yaşam biçimleri var. Belli bir dünya görüşleri var. Bunun zedelenmesi veyahut buna yönelik bir tehdit algıladıkları zaman bu gerçekten ciddi anlamda onları tedirgin ediyor. Bir defa bunu gördüm. Bir muhafazakar damar var burada. Muhafazakarlıktan kastım, normal hayatın standartlarını muhafaza etmek anlamında böyle bir yapıları var.

Zor bir yer mi?

Aslında zor bir yer değil. Eğer, Urfa'nın dilini yakalayabilirsen galiba anlaşmak çok daha kolay ki, bence Urfalıların dilini yakalamak çok zor bir şey değil. Bunu gerçekten bir halk yalakalığı olarak söylemiyorum. Birkaç alanda böyle temel refleksleri var. O reflekslere uygun tutum ve davranışlar içerisinde bulunduğunuzda hemen sizi sahipleniyorlar. Bu da çok sıkıntı olmuyor. Ama burada sıkıntılı bir konu var, bana sorarsanız. Sosyolojik olarak söylemek gerekirse, siyasetle ilgili bir sıkıntı var. O da şu: İnsanlar siyasete çok heves ediyorlar. Bu sorun değil. Yani insanların birer siyasi aktör olması gerçekten siyasete bir dinamizm katar. Fakat bütün aktörlerin siyasetin belli alanlarına yoğunlaşmış olması sıkıntı oluyor. Yani siyaseti bir komple, bütünlükçü, birbirini tamamlayan entegre bir kurum, bir mekanizma olarak düşündüğünüzde her bir alanda farklı aktörlerin var olması doğaldır. Yani toplum gibidir. Toplumda da değişik statüde insanlar olur. O rollerini yerine getirirler ve bu toplumsal işleyişi rahatlatan bir şeydir. Burada da siyasette bir rol değişimiyle ilgili herkesin belli alanlarda yoğunlaşmaya çalışması işi biraz zora sokuyor gibi geldi bana. Ama bu da bireylerin yeni yeni siyasette sahip oldukları gücün farkına varmış olmalarından kaynaklanan bir sorun bence.

Sorunları zor mu?

Benim açımdan zor sorunlar var. Mesela elektrik meselesi çok zor bir sorun. Ben, çok işin detayına vakıf değilim ama bunu nasıl çözebileceğimizle ilgili deyim yerindeyse sihirli değneğimiz yok.

Özellikle özelleşmeden kaynaklanan… Hükümetin kontrolünden çıktı gibi artık…

Bu hükümetin kontrolündeki bir şey değil ama bir defa şunun altını çizeyim. Bugün AK Parti'den pek çok konuyla ilgili çok üst düzey sorunların çözümüyle ilgili bir beklenti var. Bu milletin çok doğal hakkı. Neden? Çünkü AK Parti Türkiye'nin 200 yıllık bir meselesini çözme iddiasında olan bir partidir. En büyük meselesini çözme iddiasında olduğunuza göre siz elektrik meselesi gibi lokal bir meseleyi de çözmelisiniz. Vatandaşın bu tür beklentisini ben çok normal karşılıyorum. Ve bu bazen tek bir bileşenle ilgili değil ve sizi aşan bir boyutu olduğu zaman ki, elektriğin bir kısmının özelleşmeden dolayı özel sektör olduğu için biraz işi zora sokuyor. Yoksa normalde oturup çözülmesi gerekiyor. İlk etapta en zor gördüğüm sorun olarak bunu söyleyebilirim. Bunu da büyük oranda çözdük aslında. Oturup her iki tarafla da konuştuk. Elektrik meselesinin Urfa için çözülmesi gereken kalıcı bir biçimde, yani elektrik borçları vesairesiyle değil, elektrik üzerinden tarımsal sulama yapılıyor. Bunu çözmemiz gerekiyor, güneş enerjisi mi üretiriz, rüzgar gülü mü yaparız, bakacağız.

Fotoğrafta başka hangi önemli sorun görünüyor?

Sahip olduğu potansiyele uygun bir marka kent olamama problemi de var Urfa'nın. Gerçekten herkes kendi memleketiyle ilgili etnosentrik bir cümle kurar ama biz biliyoruz ki, tarih burada başlıyor. Burası pek çok semavi dinin, pek çok medeniyetin, pek çok topluluğun, kültürün tam da kalbi ve merkezidir. Mezopotamya diye vurgu yaptığımız coğrafya bütün dünya pek çok kazanımlarda bulunmuştur. Yazının icadından, paranın icadına, kağıttan başka yeni buluşlara kadar hepsi burada bulunuyor ama Mezopotamya dediğimiz yerde Urfa'yı çekip aldığımızda bir anlamı kalmıyor. Onun için çok önemli bence. Ben, o anlamda Urfa'yı çok kıymetli buluyorum. Bu anlamda Urfa bir marka kent olmak özelliğine sahip olan, belki de bu kadar çok fazla olan bir il yok Türkiye'de. Mesela marka kent olmak için ne gerekiyor? Tarih gerekiyor. Toplum gerekiyor. Çok özgün yapılar gerekiyor. Mitoloji gerekiyor, efsaneler gerekiyor, kültür gerekiyor. Ki, bunların tamamı var gerçekten Urfa'da. Hem de ilk örnekleri hem de en güzel örnekleri var. Yani sadece Harran Evleri, sadece Rum Kale, sadece Eyyüp Nebi, sadece Soğmatar Mağaraları sadece Göbeklitepe tek başına bir kenti marka kent yapacak bir şey. Bugün dünyada konuşulan konulardan birisi kent lobisidir. Bence Urfa'da bu kent lobisiyle ilgili bir çalışma yapmamız gerektiğinin kanaatine vardım. Önemli bir şey gerçekten.

Urfa'daki nüfus yoğunluğunun kırsalda yaşıyor olması ve büyükşehir statüsü ile birlikte daha fazla hizmet beklentisine girmesi de önemli bir sorun. Özellikle kentte ve daha fazla hizmete ihtiyacı olan kırsaldaki kişi başına yollanan bütçe aynı. Konya, Kayseri, Antep gibi illere oranla kırsal nüfusu fazla olan Urfa bu anlamda bir adaletsizliğe kurban gitmiyor mu? Bununla ilgili sizin dikkatinizi çeken bir şey oldu mu? Ya da AK Parti'nin böyle bir çalışması var mı? Aynı zamanda MKYK'dasınız hiç gündeme geldi mi?

Kentleşmenin dinamiği malumunuz üretimdir, yani endüstriyel üretimdir. Bu bahsettiğiniz kentlerde, yani Kayseri'de, Gaziantep'te, Çorum'da hatta Aydın'da, Denizli'de, bu kentlerde üretim doğal olarak kırsalı dönüştürüyor, kentleştiriyor. Urfa'da şöyle bir handikabımız var. Urfalılar olarak gerçekten üzerinde düşünmeliyiz ve bir çare bulmalıyız. Girişim ruhu yok bizde. Üretimin birinci şartıdır girişimcilik ruhu. Hani o Marks'ın girişimcilik ruhunun gerçekleşmesinin koşulları girişim ruhudur, sermayedir, bilmem pazarlama imkanıdır, ham madde ve emektir. Bizde hepsi var ama girişim ruhu yok gerçekten. Girişim ruhunu öldüren veyahut körelten kentin sahip olduğu bir takım yapılar var. Mesela gayrimenkulün çok kıymetli olması girişimi öldürüyor. Mesela tarımda insanların geleneksel usulden bir türlü vazgeçmemesi girişimi öldüren bir şey. Birbirini teşvik edici örnek uygulamaların olmaması girişim ruhunu canlandırmıyor. Bizim birinci işimiz bu girişim ruhunu canlandırmaktır ki, o zaman kentsel dönüşüm sağlanabilsin. Yani kırın kente dönüşümü olsun. Bu derin ve eski bir konu üstat. Hakikaten böyle. Ben, başkasına suçu atmak için söylemiyorum. Urfa'daki kırın dönüşmesinin önündeki engellerden biri 1970'teki Ecevit'in köy-kent projeleridir. Bir köy-kent yaptığından dolayı değil. Bu fikrin yerleşmiş olmasından kaynaklanan bir sıkıntıdır ve köye vurgu yapıldı. Köy hoştur, güzeldir, iyi ama köy eksenli bir kalkınma, köy eksenli bir medeniyet tasavvuru yok. Köyde fiziken yaşamak ayrı bir şey, köylülük ayrı bir şey. Benim kastım bu değil. Burada buna vurgu yapılması ve özellikle 1970'ler Ecevit'in Halk Partisi'nin bu köylülük vurgusu aslında Anadolu'nun sahip olduğu medeniyetin dışında yeni bir oluşum için bir vurguydu. Farklı bir niyetleydi. Dolayısıyla onun da en çok uygulandığı yerlerden birisi de Urfa oldu ne yazık ki. Onun için bir açığımız var ve bu açığımızı kapatmak durumundayız. Bu açığın kapatılabilmesi için bizim büyükşehir belediyesinin yapacağı faaliyetler çok kıymetli gerçekten. Bütün kırsal alanları birbirine çok yakın bir standarda getirmek lazım ama unutmamak lazım ki, bu tür dönüşümler bir yılda değil birkaç 10 yılda ancak gerçekleşebilir.

Urfa'nın en önemli sorunlarından bir tanesi de mevsimlik işçiler. Belki elektrik sorunundan daha çok öne çıkan bir sorun bu… Türkiye'nin neresinde bahsedilse belki utanç duyduğumuz bir konu. 300-400 bin nüfusun batıya ilkel şartlarda göç ettiği, ilkel şartlarda çalıştıklarından bahsediliyor. Bununla ilgili ne yapılabilir?

Ben bununla ilgili hem bir makale yazdım hem de bir proje hazırladım.

Biliyorum, Diyarbakır'dayken de çalışmalarınız vardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Mevsimlik Tarım İşçileri Araştırma Komisyonu'nun çalışmaları mevsimlik tarım işçilerinin göç ettikleri yerde çalışma koşullarının iyileştirilmesi yönünde. Bulundukları şehirde çalışma koşullarının düzeltilmesine yönelik bir çalışma yok ama.

Burada haklısınız. Urfa, tarım potansiyeli bakımından en yüksek potansiyele sahip il. Urfa'daki işgücü tarım işgücüdür. Dolayısıyla bu tarımsal işgücünün tamamını Urfa'da istihdam edebilmemiz için bizim GAP projesinin yüzde 90 küsurunu, yani tarımla ilgili olan yüzde 90'lık kısmını bitirmiş olmamız gerekiyor. Bir örnek olarak mukayese yapmak açısından söylüyorum. AK Parti bugün bunu yüzde 70'lere getirdi. AK Parti'den önce, ilginç bir bilgi aslında burası. GAP projesi buradaki tarımda sulu tarıma geçerek istihdamı artırmak için hayata geçirilmiş bir projedir. Çünkü sulu tarımda bir dönümde 50 kişiyi istihdam ediyorsunuz. Kuru yani sulu olmayan tarımda 50 dönümde bir kişi yetiyor. Yani dolayısıyla tam tersi bir şey var. Buranın tamamını suladığınızda büyük oranda Urfalıları istihdam edilebileceği varsayılıyor, böyle hesap edilmiştir. Fakat rahmetli Özal'ın temelini attığı bu AK Parti iktidarına kadar bir rakam vereceğim size. Sulu tarımla olan kısmı sadece ve sadece yüzde 12'si bitirilmiştir. Bunun için bu projeyi yapıyorlar. Bunun için bu yapılıyor ama bu kısmına değinmiyorlar. Elektrikle ilgili olan kısmı yüzde 70 oranında bitiyor. AK Parti iktidarından sonra bu yüzde 70'e getirildi. Sulu tarımla ilgili alanda çalışma yüzde 70 civarında, yüzde 30 civarında da daha duruyor. Bizim buradaki tarım işgücünü Urfa'nın tarımsal sektöründe istihdam etmemiz bugün itibariyle mümkün değil. Bunların bir kısmının bir yere gitmek zorunda olduğu, bana göre giderken birkaç problem olduğu, sadece gittikleri yerde iyi iş koşulları değil, gittikleri yerdeki insanların onlara yüreğini de açması gerekiyor. Yani daha kardeşçe bir duyguyla karşılanmaları gerekiyor. Transferlerinin de insani koşullarda olması gerekiyor. Sanıyorum bununla ilgili de çok önemli çalışmalar yapıldı.

Yerinde çalışma koşullarının sağlanmasına en büyük engellerden birisi hazine arazilerini elinde bulunduran "ağalar" değil midir?

Bu tartışmalı bir konu. Bu konuda sanırım sizinle hemfikir değilim.

'TİGEM de devlet ağanın elinde' deniliyor. Tarım işçilerinin istihdamına yeterli katkı sağlamadığı için…

Yok, değil. Şuna kafam basmaz. Mülkiyet sahipliği üzerinden sosyolojik mühendislik çok benimsediğim bir konu değil. Bunun altında böyle bir niyet olduğunu hissediyorum. Sizi değil, bunu dile getirenlere söylediklerim. Ben, bunu çok gerçekçi de bulmam. İşin tabiatına da uygun bulmam. Sosyoloji değişimin bilimi ve ben bir sosyologum. Toplumsal değişim bazen bir anomi de üretebilir bazen çok sağlıklı işleyen bir mekanizma da üretebilir. Toplum tarihinde kaba bir gözlem yaptığımızda değişim ne zaman refah üretmiştir? Kendi iç dinamikleriyle olduğu zaman refah üretmiştir. Ne zaman sıkıntı çıkarmıştır? İşte bu tür mühendislik projeleri veya mülkiyet dağılımı üzerinden veyahut da ideolojik bir takım baskılar üzerinden yahut da bazı kamu aygıtları üzerinden bir değişim olduğunu söyleyebilirim. Bu çok gündeme geliyor gerçekten. Üzerinde detaylı konuşmak ve bir takım klişe ifadelerle bakmayı belki biraz daha detaylandırmamız lazım. Çünkü dünyada şöyle bir tartışma var. Bölgesel kalkınma, bölgeden kastım yani lokal, mesela Suruç Ovası, Ceylanpınar Ovası, Harran Ovası gibi, dünyada bunun gibi bir kayma var. Mesela Amerika'da Ceylanpınar gibi alanlar üzerinde özel bir takım projeler uygulanır. O projeler üzerindeki yönetimini devletin müdahil olmadığı, biliyorsunuz komünizm bu tür kooperatifler yaparak, milleti toplumun içinden çekip almayı hedefleyen bir ideoloji. Bu öyle değil. Benim kast ettiğim bu değil, Amerika'da da uygulanan öyle değil. Hatta Kanada'da benzer bir şey uygulanıyor. Bu değil kastım. Halen orada kamu otoritesi var. Kamu var ama sevk, denetim işi, kontrol, yönetim ve bir takım planlamaları devlet yapıyor. Aynı zamanda ne ekmeleri gerektiği, ne kadar ekmeleri gerektiği, sektörde ne kadar hasat yapmaları gerektiği önceden belirleniyor. Bu bölgesel şey çok ekonomik bir şey. Peki, bunu yaptığınız zaman fakir fukara ne olacak? Bu soru akla geliyor. İşte o fakir fukaranın sahip olduğu imkanları da, daha doğrusu o fakir fukaraya da o katma değerden bir imkan sağlamak gerekiyor. Alıp aslında mülkiyeti vermek yerine belki de o üretimi yapıp, o üretimden bir katma değer sunmak gerekiyor. Ben, bunun çok İslami olduğunu düşünenlerden birisiyim. Bir örnek vereyim. Bana göre çok müthiş bir sosyolojik öngörüdür. Biliyorsunuz Mekke'den Medine'ye hicret edildiği zaman efendimizin orada çok özel bir tavrı vardır. Yani muhacirlerle ensar kardeş yapmada stratejik birtakım talepler var. Hiçbir şekilde muhacirlerin tarımla uğraşmalarını istemiyor. Yasaklıyor onlara. Yasak, tek sebebi de şu. Orada sektörel bir uzmanlık söz konusu ve bu sektörel uzmanlığın katma değer üretmesini istiyor.

Ensar'ın hukuku da korunmuş oluyor…

Sadece o değil. Bütün toplumun hukukunu koruma adına. Eğer muhacir hurma yetiştirmiş olsaydı bunların katma değeri biterdi ve hurma gelir kaynağı olmaktan çıkardı çünkü bilmiyorlardı. Gelen muhacirler ticaretle uğraştılar. Ticaret üzerinden elde ettiği imkanları, mesela o Medine'nin sosyolojisine, Medine'deki topluma yaydılar ve yeni bir yapılanma ortaya çıktı. Burada da bunu bizim gözetmemiz gerekiyor. Buradaki tarım alanında var olan yüksek işgücünü, tarım arazisi fikri vermek tamam olabilir, 'budur, başka yolu yoktur' demek çok affedersiniz ama komünist bir iddia olur. Çok benimsediğim bir şey değil.

Bir de siz Diyarbakır'dayken bu bölgede kadınların sorunlarıyla da ilgili çalışmalar yapmıştınız. Töre cinayetleri, kadın cinayetleri bunlar kangrenleşmiş bir sorun haline geldi. Kadın hem çalışma koşulları hem de maruz kaldığı şiddet karşısında devletin Urfa'da çok fazla desteğini görmüyor. Örneğin belediyelerin bir sığınma evi yok. Gençler de aynı durumda. Uyuşturucu bağımlılarının tedavilerine yönelik herhangi bir merkez yok. Bu konularla ilgili akademik çalışmalarınız vardı, vekil olmanız halinde gerçekleşmesini istediğiniz proje var mı?

Bir defa burada kadınlarla ilgili gördüğüm en önemli sorun, Doğu ve Güneydoğu'da daha çok, bütün Türkiye'de var ama biz de biraz daha fazla yaşanıyor. 'Sadece bizim sorunumuzdur' dersek hem ayrımcılık yapmış oluruz hem de kendimize haksızlık yapmış oluruz.

Coğrafi koşullardan, kültürel koşullardan dolayı daha fazla ama…

Diyelim ki, namus cinayetleri bizim burada sıklıkla karşılaştığımız cinayet türleridir. Ve bu namus cinayetleriyle ilgili pek çok yasal düzenleme yapıldı, pek çok çalışma yapıldı, pek çok komisyonlar kuruldu. Ama bir yere kadar, bu engellenemiyor. Bunu nasıl engelleyebiliriz? Bir defa bizim bunu biraz daha irdelememiz gerektiğini düşünüyorum. Şöyle bir ifade kullanmıyorum. Böyle yorumlanacak bir şey söylemiyorum. Bunu normal karşılayalım değil. Okumamız lazım, anlamamız lazım. Biz, TÜBİTAK projesi kapsamında 2007 yılında altı tane öğretim üyesi 45 cezaevinde 200 küsur kişiyle, namus cinayeti işleyen kişilerle görüştük ve onların hikayelerini yazdık. Ben, onu yazarken bugünü anlamak ve bu insanların namusa verdiği değerlerle ilgili bir analiz yapmak durumundayız diye temel tezimiz bu aslında. Buna çok itiraz edenler oldu. 'Siz, bunu normalleştiriyor musunuz?' şeklinde. Hayır. Öyle bir şey yaptığımız yok. Hani deyim yerindeyse fotoğrafı göstermek istiyoruz. Mesela Siirt'te yaşlı bir adam, kızını öldürmüş iki saat boyunca ağladı ve elimi tuttu. Ağlayarak anlattı hikayesini. Biz, bunu anlamak durumundayız. 'Caniler, vahşiler, nasıl katlettiniz' bunu yine söyleyelim ama niye katlediyorlar? Bunu anlamamız lazım.

Neden yaptıklarını anlamak için empati mi yapmak gerekiyor?

Şöyle, bu konunun bana göre birkaç yönden irdelenmesi gerekiyor. Tek bir kadın cinayeti olarak bakalım. Tamam ama bunun kadınla erkek arasındaki ayrımcılığın nereden kaynaklandığına bakalım. Mesela bunu çoğu zaman İslam'a mal eden bazı şeyler var. Külliyen yalan. Ben, bu konuyu araştıran birisi olarak söylüyorum. İsrail'de çok meşhur bir üniversitede bir doktora tezi yapılmış. Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler arasındaki namus cinayetlerini karşılaştırmalı bir şekilde yapmış. Bu bir doktora tezi. Ezcümle, kadın konusu gerçekten ciddi bir handikap, ciddi bir sorun. Sorunun birkaç boyutu var. Devasa bir sorun aslında. Bir tarafta modernleşmenin ortaya çıkarmış olduğu geleneksel değerlerin dejenerasyonuyla ilgili bir sorun var. Öte tarafta modern hukukun ortaya koymuş olduğu kadın erkek arasındaki ilişkiyi kavga eksenine oturtmuş yani 'aldık, kopardık' diyor. Halbuki kadın erkek arasındaki ilişki koparıp alınacak bir şey değil. Kavga ile birbirimizden hak hukuk alma fikri gelişti. Ben, bunun kadını güçlendiren şeylerden olduğunu düşünenlerden değilim. Bugün bunun karşısına çıkıp, Türkiye'de ve dünyada özellikle bu feminist eylemlerin egemen olduğu atmosferde, bu dengesiz ilişki biçimine itiraz edemiyorsunuz. Gerçekten bunu çok kalıcı bir analize tabi tutmamız lazım. Bu konuda çok umutlu değilim maalesef. Bu sadece Urfa'yla ilgili değil. Türkiye'yle dünyayla ilgili. 'Kadın daha narin bir varlıktır' dediğiniz zaman da kızıyorlar 'eşittir' dediğinizde de kızıyorlar. Ne söyleyeceğimizi gerçekten bilmiyoruz ve tedirgin oluyorsunuz. Ama bunun bir tabiatı vardır, bir doğası vardır. Doğasına uygun bir ilişki biçimi, doğasına uygun bir karşılıklı diyalog olduğunu söyleyerek bence işe başlamak lazım. Hakikaten en zor gördüğüm soru burasıdır. Çünkü birkaç katmanlı. Modernleşmenin doğurduğu bir sorumluluk bu esas itibariyle. İki bizim geç modernleşmemizle ilgili bir sorun var. Türkiye geç modernleşen ülkelerden birisidir, toplumlardan birisidir. Üç, bizim gelenekselle modernleşme arasında birbirinden uzaklaşan bir sosyolojimiz var. Dört, bizde geleneksel aktör kadındır ama kadınlarla ilgili politikaları belirleyen feminist kadınlardır. Yani birbiriyle çok uzak şeyler. Bu büyük bir sorun. Nasıl çözeceğiz? Bunu tek başına bize yüklemeyin baba. Hep beraber çözelim. Bu gerçekten böyle. Yükün tamamını AK Parti'ye yükleyin 'hadi çözün bunu' kolay değil. Zaten tek başınıza çözemezsiniz. Zaten netameli bir konu. Herhangi bir cümle söylediğinizde her türlü yorumlanabilir bir şey. İşin içerisinde bizim açımızdan bir Müslüman olarak söylüyorum. Bütün şeylerin nüvesini kadınların oluşturduğuna inanıyorum ben. Analığın oluşturduğundan herhangi bir şüphem de yok. Gerek efendimizin tebliğini kabul eden ilk kişinin kadın olması, gerek Bediüzzaman'ın 'ben ne öğrendiysem annemden öğrendim' demesi bizim için annelik, kadınlık gibi bir paradoks çıktı ortaya.

Çözüm süreciyle ilgili size çok soru sorulmuştur ama ben biraz daha hassas bir şey soracağım. AK Parti Hükümeti, neden Kürt halkının taleplerini veya beklentilerini karşılamak yerine İmralı ile pazarlığa oturmayı tercih etti? Örneğin neden anadilde eğitimle ilgili okullar Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde açılmıyor?

Ben, bu meselenin iki boyutlu olduğunu düşünüyorum. Birincisi PKK, şiddetle ilgili olan ve terör ile ilgili olan kısmı. İkincisi ise Kürtlerle ilgili olan kısmı. Ben, hükümetin Kürtlerle ilgili olan kısmını İmralı'da pazarlık konusu yaptığını kabul edenlerden değilim. Böyle bir durum yok. İmralı'yla yapılan görüşmelerde konuşulan ve üzerinde durulan konu örgütün silah bırakması veya silahlı elemanlarının koşulsuz bir biçimde Türkiye'nin dışına çıkarılmasıdır. Bunun dışındaki konular kimseyle pazarlık edilmeden yapılıyor, yapılması gerek ve yapılacaktır da bundan sonra. Bugüne kadar yapılanların tamamının bu bahsi geçen pazarlıklar sonucu yapıldığını bir propaganda olarak HDP ve PKK gibi çevreler yapıyorlar ki, kendilerine siyasi alan oluşturmak için yapıyorlar. Bu doğru değil, haksızlık da olur. Ama şunun bilinmesi gerekiyor; biz hükümetten bağımsız olarak düşünelim Urfalılar ve Türkiyeliler olarak. Bir etnik açlığı doyurmak mı istiyoruz, yoksa bir etnik meseleyi bitirmek mi istiyoruz? Bu iş bir etnik açlığı doyurmaya dönüşürse ben biliyorum ki, etnik açlıklar doyurulamaz. Şöyle düşünün deseniz ki 'ben Kürt olduğum için bana bir ayrıcalık tanıyın.' Diyelim ki tanıdınız. Ben bir Urfalı olarak itiraz ederim. Kardeşim ben Diyarbakır'dan farklıyım. Hakikaten de farklıyız. 'Farklı bir ayrıcalık verin' derim. Bu sefer Urfa'ya verseniz derim 'ben Halfetiliyim' o zamanda itiraz ederim. Çünkü Halfeti daha farklı bir yer. Hatta Halfeti'de bizim köy daha farklı bir yer. Bunu örnek olsun diye anlatmıyorum hakikaten Halfeti'nin sosyolojisinde bizim köy, bizim yöre daha farklı bir yer. Dolayısıyla bunun bir sonu yok ve etnik açlık doyurulması mümkün olmayan bir şeydir. Kürtçede bunu tam karşılayan bir söz var 'bahane bulmak isteyen adamı tatmin edemezsiniz'. Dolayısıyla insan hakları ve demokrasi adına eksiklik varsa bunu yapmamız gerekiyor, bunu kabul ediyorum. Ama etnisiteye dayalı bir siyasal projenin karşılığını veremeyiz.

Akçakale'de Arap ağırlıklı bir nüfus var. Örneğin orada Türkçenin yanında resmi kurumlarda yazışmalarda ikinci bir dil Arapça olsa, Siverek'te Zazaca olsa, Suruç'ta Kürtçe olsa bu sıkıntı mı olur? Siz yurt dışında bunun örneklerine rastlamışsınızdır? Bunun uygulanabilirliği yok mu? Bu başka şeyleri başka tavizleri mi doğurur?

Resmi olarak bizim Türkiye'nin şöyle bir kaygısı var: Tarihsel olarak Osmanlının son dönemlerinde bu dil üzerinden, etnik orjin üzerinden bir takım özgürlük taleplerinin bazı acıları beraberinde getirdiği bir tecrübesi var. Bundan dolayı böyle bir endişe var. Ama bunun yersiz olduğunu evet söyleyebiliriz. Tamam, tarihsel böyle bir endişeniz var ama 'bugün artık bunun yeri yok' diye söylenebilir. Fakat ben açıkçası bu meselenin getirilip dile dayandırılan bir sorun olmadığı kanaatindeyim. Bizim şimdi çözmek istediğimiz konu gerçekten dil ile ilgili bir konu değil.

Tam bu aşamada başkanlık sistemine geçilemedi, yeni anayasa yapılamadı diyelim ne olur? Mesela paralel yapı ile ilgili gelinen mücadelede, çözüm sürecinde yürünen yolda daha büyük sıkıntılara mı sebep olur?

Bu anayasa balansı bozuk bir anayasadır. Ne demek? Şu demek. Bir taraftan bu anayasa bir darbeci ruh var. Öte taraftan 2004'den bu yana Avrupa Birliği müzakere sürecinde çok demokratikleşme paketi açıldı. Türkiye bu anayasa ile temel sorunlarını çözemiyor ve çözemezde. Kürt meselesi, Alevi meselesini, gayri Müslimler meselesini ve paralel çeteyle mücadele meselesini çözemeyecek. Daha demokratik, daha sivil, daha insan haklarına saygılı ve en önemlisi insan onuruna saygılı bir anayasa yapmak zorundayız. Türkiye'nin en büyük hedeflerinden birinin bu olması gerekiyor. İkinci bir konu ise burada var olan "parlamenter sistem" Türkiye'nin sorunlarını çözme noktasında oldukça yavaş işliyor. Bunun da çok basit sebebi var. Çünkü hükümet etme sistemleri hangi niyetle kurulmuş ise sürekli o niyete hizmet ederler. Bizim ülkemizdeki parlamenter sistem özü itibari ile devleti korumak ve bürokrasiyi kollamak üzerine kuruludur. Bu mekanizma var olduğu sürece bu ikisi memlekette egemen olur. Deyim yerindeyse derin devlet devam eder ve kısır döngüden kurtulamayız. Bunun için başkanlık sistemi hem kuvvetler ayrılığının daha sağlıklı işlemesi, hem de seçim öncesi ittifakların kurulabilmesi ve aynı zamanda daha hızlı hareket kabiliyetine kavuşmak için başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğine inanıyorum. Hiç tereddüt yok bunda. Bunun için Türkiye'nin bir konsensüs sağlaması gerekiyor. Ama genelde insanlar bu konsensüsü şöyle anlıyorlar. Ben bir metin yazayım, siz bir metin yazın. 'Tam bu benim metnimdir' dediğimde büyük bir ihtimalle sizin içinize sinmeyecek. Ve siz 'bu benim metnim' dediğimiz de bu sefer benim içime sinmeyecek. Öncelikle bir metin üzerinde bir uzlaşma yapmamız gerekiyor. Biz, diyoruz ki örneğin hepimiz X ideolojisine sahip olalım. Dünyada böyle bir mantık yok. Sen X fikrinde düşünüyorsun, ben Y fikrinde düşünüyor, başkası Z fikrinde düşünüyor. Elimizde A şeklinde bir metin var. Türkiye bir uzlaşma metni içerisinde olmak zorunda. Bu olmazsa ne mi olur? Basit bir şey söyleyeyim; 2002'de kişi başına düşen milli gelir 2 bin 900 dolardı, bugün 11 bin 500 dolar. Bakınız durdu. Eğer bu anayasayı değiştiremezsek, büyüyemeyiz ve sorunlarımızı gerçekten çözemeyiz. Büyümek durumundayız. Daha fazla katma değer ve büyük, itibarlı bir ülke olmak için bu anayasayı değiştirmek gerekiyor.

Daha önceki seçimlerde AK Parti Urfa'daki yapmış olduğu çalışmalarda 4 yılda 400 proje, yerel seçimlerde 763 proje gibi kendisini bağlayan hedefler koydu. Bu seçimde öyle bir hedef koymadı. Gerek önceki vaatlerin üzerine bir şey konulmadığı gerekse de öncekilerden bitirilemeyenler olduğu için çalışmalarınız esnasında sıkıntı yaşıyor musunuz?

O bahsettiğiniz 2011'deki seçimlerde burada da kitapçık var. 400 projeden yapılamayan 6-7 tane proje var.

En büyük projeler ama… Örneğin şehir hastanesi Urfa için en önemli ve en hassas konuydu.

Biliyorsunuz bununla ilgili temel atılacak. Biz, burada olduğumuz süre içerisinde büyük bir ihtimalle Haziran'dan önce Allah kısmet ederse onun temelini atacağız.

Ne zaman biteceği yönünde bir hedef var mı?

Bizim bugüne kadar yaptığımız çalışmalarda bir işin bitme gün sayısı ne kadarsa o kadar günde bitirilir.

Yap-işlet-devret modeliyle olduğu için ne zaman biteceği konusunda kafalarda sorular var.

Yok, onunla ilgili bir sorun yok. Flu bir alan kalmasın. Gerçekten kimse endişe duymasın. Biliyorsunuz bugünlerde bu vaat meselesi çokça gündemde. Liderler arasında da çok da gündeme geliyor.

Siyaset aslında bir rekabet alanıdır. Daha iyi olduğuna inandığınız bir konuma toplumu götürme sanatıdır. Elbette herkes 'ben daha iyisini yapacağım' demek durumdadır ve diyor da. Bizde gerçekten daha iyisini yapmayı vaat ediyoruz. Urfa için düşünülebilecek en çılgın proje Urfa'nın turizmi olarak içinde bulunduğu rengi değiştirmektir. Biliyorsunuz Urfa kırmızı renkte. Bunu sarı ve yeşile kaydırabilirsek en büyük projenin bu olduğunu düşünenlerden biriyim. Bu potansiyeli çok büyük. Özellikle güvenlik ile verileri çok çok iyi. Neredeyse Avrupa standartlarındadır. Yaşanabilirlik ve konaklama açısından hem rantabl bir yer hem de ekonomik bir yer. Bütün bu şeyleri bir araya getirip böyle bir şey kafamda var. Urfa'yı marka kent haline getirmek için canla başla çalışacağımı düşünüyorum. Çalışacağım en azından. Sayın bakanımızı Ömer Bey'i davet ettim. Eğer denkleştirebilirsek turizm bakanımızı seçimden önce Halfeti ve Bozova'da misafir etmeyi düşünüyorum. Biz şöyle bir parti değiliz gerçekten. Bizim partimizin liderleri bize hep şunu söylediler: 'Yapamayacağınız hiçbir şeyin sözünü millete vermeyin. Bizim reisi cumhurumuz genel başkan iken gerekse de sayın başbakanımız Sayın Davutoğlu bize sürekli şunu söylerler: Yapamayacağınız bir sözü asla millete vermeyin. Bunun zararı size değil siyasetedir. Biz Türkiye'de siyasetin itibar kazanmasını istiyoruz. Onun için boş vaatlerde bulunmuyoruz. Bu yapılan 400 proje gerçekten çok kıymetli projelerdir ve bitmiş olanlar zaten milletimizin hizmetindedir. Bitmemiş olanların da biz takipçisi olacağız. Bizim de ayrıca projelerimiz olacak, bununla ilgili de çalışmalarımız var. Bu dönemde de hem ilçelerde hem de şehir merkezindeki insanlarımızın talepleri doğrultusunda bazı prestij projeler de dahil olmak üzere bazı taleplerini karşılayacak çalışmaları yürütüyoruz. Seçime doğru bunları açıklayacağız ve bunların takipçisi olacağız.

Dergah Camisinde yatılı kaldığınızı ifade etmiştiniz…

Hazreti İbrahim Halilüllah Kültür ve Eğitim Vakfı. Malumunuz orası geleneksel usulde medrese eğitimi veren bir kurum. Ben, orada kalırken bunu anmazsam hakikaten haksızlık yapmış olurum. Mütevelli heyet başkanı rahmetli Selim Görgün'ün bize çok büyük katkısı oldu, çok büyük emeği geçti gerçekten. Orada bu medrese eğitimini almış olmaktan ki, ben çok çeşitli alanlarda ders gördüm. Rahmet Derviş hocadan hat dersi gördüm. Dini musiki dersi gördüm. Farsça dersleri gördüm.

Kur'an hocanız kimdi?

Sabri Yazar hoca benim Kur'an hocamdı. Salih Okur hoca vardı. Siyer ve fıkıh dersleri verirdi. Rahmetli Sait Tekin hoca vardı. Sait Hoca mantık ile ilgili dersler veriyordu bize. Ben, üç, dört yıl medresede kaldım. Daha sonra medresede kalmaya devam ettim ama imam hatip lisesine de gittim. Orada iki tür öğrenci vardı. Sadece Arapça ve dini bilgiler tahsil eden öğrenciler hem dini bilgiler öğrenip hem de imam hatip lisesine gidenler. Ben hem dini bilgiler alıp hem de imam hatibe gidenlerdendim. Zordu gerçekten. Her gün Dergah'tan imam hatibe yürüyerek gidiyordum, öğlen tekrar gelip yemek yiyordum, akşam tekrar gidiyordum.

80'li yıllardı değil mi?

80'li yıllardı. Bunu bitiren İbrahim Halil Çelik oldu. Onu da anayım. İbrahim Halil Çelik belediye başkanı olduktan sonra geldi. Bize dedi ki, 'size paso veriyorum, bundan sonra bu Dergah'ın öğrenciler belediye otobüslerine ücretsiz binecekler.' Bize öyle bir imkân tanımıştı. Kendisine teşekkür ediyoruz, Allah razı olsun.

MAZHAR BAĞLI KİMDİR?

Mazhar Bağlı, 1965 yılında Halfeti'de doğdu. İlk ve Orta öğrenimini; Birecik, Nizip, Gaziantep ve Şanlıurfa'da gördü. 1992 Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden mezun oldu. 1995 yılında Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı'nda Yüksek Lisans derecesini aldı. 1999 Yılında Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalında "Bilgi Sürecinde Modern Bilincin Mahremiyeti İfşası" adlı tezi ile doktora unvanını aldı. 1993-1999 yılları arasında Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. 1999-2011 yılları arasında Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde görev yapan Bağlı, 1999 yılında yardımcı doçent, 2006 yılında doçent ve 2012 yılında profesör oldu. Milletvekili adaylığı için AK Parti'ye müracaat edinceye kadar, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesinde Öğretim Üyesi olarak çalışıyordu. AK Parti MKYK üyesi de olan Bağlı, günlük gazetelere de yazılar yazmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Kaynak: Temsilci

Son Dakika Güncel Bağlı: İmralı'yla ilgili AK Parti'ye haksızlık yapılıyor! - Son Dakika

Sizin düşünceleriniz neler ?


Advertisement