Yaz mevsimini geride bırakıyoruz. Ancak jeopolitik fay hatlarındaki çatırtılarla ortaya çıkan enerji, Doğu Akdeniz sularının yaklaşan kış mevsiminde ve 2020 yılının ilk aylarında da sıcaklığını muhafaza edeceğine işaret ediyor. Kıbrıs Adası'nın karasularındaki enerji havzaları, iç savaşların yaşandığı Libya ve Suriye, Filistin devletini ortadan kaldırmaya çalışan İsrail, Sina Yarımadası'nda terörle mücadele ederken Süveyş Kanalı'nın güvenliğini muhafaza etmeye çalışan Mısır, Suriye'yi küresel mücadelelerinin parçası haline getiren ABD ve Rusya topyekün bu sıcak mı sıcak bölgenin etrafında birer mevzi haline dönüşmüş durumda.
Son bir haftadır yaşanan gelişmeler ise İsrail'in silahlı kuvvetleriyle faaliyetlerini artırdığı Girit'ten Yemen'e kadar uzanan coğrafyadaki kritik bir noktanın, Haçlı Seferleri'nden bu yana her küresel jeopolitik mücadelenin merkezi olan Lübnan'ın yeniden farklı bir boyutta önem kazandığına işaret ediyor. Girit ile Yemen arasındaki kuş uçuşu 1,957 kilometrelik mesafenin yaklaşık olarak tam ortasında yer alan Lübnan, İran'ı hedef tahtasına oturtan ABD ve örtülü operasyonlar için yeşil ışık yaktığı İsrail'in öncelikli hedefi haline gelmiş durumda. Lübnan şu anda gerek Suriye'deki iç savaşın sonuçlanmasında, gerek İran çevresinde inşa edilen kuşatmada gerekse Doğu Akdeniz'deki hidrokarbon yatakları için yürütülen diplomaside KKTC'nin haklarının müdafaası açısından kritik bir konumda.
İsrail, Doğu Akdeniz'de yanına aldığı Mısır, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan'la beraber bir yandan KKTC ve Türkiye'yi Fransa ve ABD'nin de desteğiyle kuşatma altına almaya gayret ederken bir yandan da Lübnan'daki siyasi ve toplumsal düzenin hayati bir parçası olan Hizbullah'ı vurarak hem İran'ı yıpratmayı hem de Doğu Akdeniz'deki çıkarlarına aykırı hareket eden Lübnan hükümetini destabilize etmeyi (istikrarsızlaştırmayı) hedefliyor. 17 Eylül'deki genel seçimler için Netanyahu'nun "yatırımı" olarak da nitelendirilebilecek olan, İsrail'in Lübnan üzerine ağustosun son haftasıyla canlanan yeni çullanma süreci ne tesadüftür ki, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun 23 Ağustos'taki Beyrut temaslarını takiben başladı. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Beyrut temasları esnasında Cumhurbaşkanı Mişel Avn'dan başlayarak, Başbakan Saad Hariri, Meclis Başkanı Nebih Berri ve İçişleri Bakanı Raya el Hassan ile bir araya geldi. Lübnan'daki etnik ve siyasi cephelerin de temsilcisi olan bu isimler, hem Suriye'deki iç savaşın çözümü hem de Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarının paylaşımında Türkiye ile ortak bakış açısına sahip olduklarına dair mesajlar verdi. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun görüşmelerinde, Türkiye'nin, yüksek borç yükü, bütçe açığı ve ekonomik yavaşlama ile mücadele eden Lübnan'a desteği de ifade edildi.
Türkiye'den Lübnan inisiyatifi
Ankara, Lübnan'daki hassas dengelerin muhafaza edilerek Doğu Akdeniz'de yeni bir istikrarsızlığa yol açılmaması için inisiyatifini kullandığı mesajını Beyrut'tan net bir şekilde verdi. Suriye iç savaşının mülteci yükünü Ürdün'le birlikte sırtlayan Türkiye ve Lübnan, bu kader birliğini Doğu Akdeniz'deki enerji yataklarının paylaşımında da sergilemeye hazır olduklarını Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun ziyareti vasıtasıyla ilan ettiler. Filistin halkı da Çavuşoğlu'nun Lübnan ziyaretinin odak noktasındaydı. Her iki ülke Filistin halkının haklarının müdafaası için omuz omuza oldukları mesajını verdiler.
Ankara'dan Beyrut'a yapılan bu dayanışma ziyaretinin hemen ertesi günü Lübnan toplumu ve siyasi yelpazesinin bir yarısını temsil eden Hizbullah, saldırıların hedefi olmaya başladı. Cumartesi günü Suriye topraklarında başlayan bu saldırılar pazar günü Beyrut'a, ardından pazartesi sabahı Suriye sınırı ile Beyrut arasındaki Naime'ye yöneldi. Bu saldırılar yalnızca Lübnan'ı alarma geçirmedi. Hafta sonu boyunca eş zamanlı şekilde İsrail kaynaklı olarak Irak'ta da patlamalar oldu. Hedef alınanlar, Hizbullah gibi İran'la bağlantılı silahlı grupların üst düzey üyeleri ya da silah ve mühimmat depolarıydı.
Lübnan'ı ateş çemberine sürükleyen ve İsrail'in geniş bir alana yayılan destabilizasyon tablosunun tamamına bakmak için birkaç geri adım atalım ve 24 Haziran tarihine geri dönelim. Bu tarihte ABD, İsrail ve Rusya ulusal güvenlik danışmanları fazlasıyla sembolik bir kentte, Kudüs'te bir araya geldiler. Toplantının ana gündemi İran'ın askeri ve siyasi varlığının Suriye'den tasfiye edilmesiydi. Bu toplantının ardından yapılan açıklamalar taraflar arasında Suriye konusunda tam bir fikir birliği tesis edildiği izlenimini vermedi. Ancak bu toplantıdan bir hafta sonra, 1 Temmuz'da İsrail, Suriye topraklarına en şiddetli hava saldırılarından birini düzenleyerek İran Devrim Muhafızları Ordusuna (DMO) ait olduğu öne sürülen bazı hedefleri vurdu. Bu saldırı esnasında Rusya'nın Suriye'deki S-300 hava savunma sistemlerinin pasifize olması Kudüs toplantısında alınan kararlara yani İran'ın Suriye'den tasfiyesine dolaylı bir onay olarak yorumlandı.
Bu tarihten itibaren İsrail'in Suriye hava sahasındaki faaliyetleri artarak sürdü. ve kısa sürede saldırılar Irak'taki İran yanlısı silahlı gruplara yöneldi. İlk saldırı 19 Temmuz'da Bağdat'ın kuzeyine düzenlendi. Haşdi Şabi milislerinin eğitildiği Şuheda askeri kampı ve silah depoları, kimliği tespit edilemeyen bir hava aracından ateşlenen füzelerle havaya uçuruldu. Bunu 28 Temmuz'da Diyala'daki Eşref kampı saldırısı izledi. Yine İran yanlısı Bedr Tugayları kampı vurulurken can kaybı 40'a yakındı. 12 Ağustos'ta İsrail hava araçları bu kez Bağdat'ın güneyinde görüldü. Hedef alınan bu kez federal polis güçleri ve Haşdi Şabi'nin karargahıydı; 13 kişi hayatını kaybetti. 20 Ağustos'ta Bağdat'ın 50 kilometre kuzeyindeki Beled Hava Üssü'ndeki bir cephaneliğin vurulmasıyla gerilim doruk noktasına çıktı. Bağdat yönetimi saldırılardan İsrail'i sorumlu tutarken, Tel Aviv tarafından ihtiyaç duyulan istihbaratın da ülkedeki Amerikan askeri kaynakları tarafından tedarik edildiğini öne sürdü. Irak'taki Amerikan askeri varlığının devamını riske atan bu operasyonlarla İsrail şansını zorlarken, Netanyahu ülkesinin resmi olarak üstlenmekten kaçındığı bu saldırılar için ilk kez "İran ile mücadele ederken elimi serbest bırakmaktan kaçınmıyorum" ifadesini kullandı. Irak'ın egemenlik haklarını ihlal eden bu saldırılar bilindiği kadarıyla İsrail'in 1981'de Saddam Hüseyin'in emriyle inşa edilen Osirak nükleer reaktörünün vurulmasından bu yana düzenlediği ilk hava operasyonları oldu.
İsrail sağından Türkiye karşıtı kampanya
İsrail'e ait F-35 ya da silahlı insansız hava araçlarının (SİHA) harekat planlarına ilişkin ayrıntılar ise henüz bilinmiyor. Kimi askeri kaynaklar bu araçların bölgedeki İsrail ile yakın ilişkiler içerisindeki bir ülkeden kalkmış olabileceğini ifade ediyorlar. Bağdat yönetimine göre ise söz konusu SİHA'lar Suriye'de PKK/ YPG'nin kontrolünde tuttuğu Fırat Nehri'nin doğusundaki topraklardan kalmış olabilir. Irak'ın hedef olduğu saldırıların sıklığı gerçekten de bu SİHA'ların yakın bir noktadan havalandığı izlenimini doğruluyor. Keza Irak, 25 ve 26 Ağustos'ta Lübnan'ı vuran İsrail saldırılarıyla eş zamanlı olarak bir kez daha hedef alındı. Bu kez Irak'ın batısındaki Kaim kasabasında, DEAŞ'ın mağlup edilmesinde önemli rol oynayan Ketaib Hizbullah örgütünün bir komutanı, beraberindeki sekiz silahlı milisle beraber konvoyuna düzenlenen saldırıda öldürüldü. 48 saat içerisinde Beyrut'taki Hizbullah'a ait bir bina patlayıcı yüklü dronların saldırısına uğruyor, Halid Cibril liderliğindeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin komuta karargahı hava saldırısı ile vuruluyor ve Suriye'de İsrail'in kuzeyine yönelik dron saldırısına hazırlandıkları iddia edilen bir grup Kudüs Güçleri ve Hizbullah üyesi havaya uçuruluyordu.
İsrail'in, Lübnan, Irak ve Suriye üzerinden İran'a yönelik asimetrik bir savaş ilanı olarak görünen saldırılar uluslararası toplum tarafından endişeyle izlenirken, ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ve Dışişleri Bakanı Pompeo'dan destek buldu. Pompeo, İsrail Başbakanı Netanyahu ile yaptığı telefon görüşmesinin ardından sosyal medya mecrası Twitter'dan paylaştığı mesajda "İsrail'in kendisini hedef alan tehditlere karşı meşru müdafaa hakkı olduğunu" savundu.
Washington'dan tam destek aldığı anlaşılan ve bölge ülkelerinin egemenlik haklarını ayaklar altına alan bu eylemlerin, ABD'nin Mayıs ayında İran'ın nükleer programına ilişkin anlaşmadan çekilmesinin bir uzantısı olduğunu tahmin etmek zor değil. Saldırıların yoğunlaşması ise Fransa'nın, ABD ile İran arasında müzakerelerin başlatılması için Biarritz'deki G7 Zirvesi'nde giriştiği arabuluculuk ile çakıştı. Fransa'nın arabuluculuğunu büyük ölçüde zedeleyen İsrail saldırganlığı dalga dalga yayılırken, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi aktörlerin Lübnan'daki dengeleri sarsacak gelişmelere sessiz kalması İran aleyhinde inşa edilen koalisyonun nasıl bir yıkımı göze aldığının da sinyallerini verdi. Netanyahu, İran tehdidini 17 Eylül'deki seçim yarışında bir koz olarak kullanırken hükümetinin Dışişleri Bakanı Yisrael Katz da Türkiye'nin Doğu Kudüs'teki yardım çalışmalarını hedef alacak önlemlerin yolda olduğunu ilan ederek ülkesindeki sağ seçmene göz kırparken, diğer taraftan Doğu Akdeniz'de inşa edilen Türkiye ve KKTC karşıtı koalisyonun ortaklarına da çıtayı yükseltme mesajı verdi.
İsrail, İran kuşatmasının vurucu gücü haline geldi
Uluslararası savunma kaynakları, Washington'ın İran'la bağlantılı silahlı grupları vurmak üzere İsrail'e yaktığı yeşil ışığın menzilinin, Yemen'deki İran yanlısı Husilere kadar uzandığı uyarısında bulunuyor. İsrail ordusu, Girit'te Yunan S-300 füzeleri ile düzenlediği tatbikatlarla, Rum Milli Muhafız Ordusu ile Kıbrıs'ın güneyinde yaptığı özel kuvvet çalışmalarıyla, ABD'nin İran etrafında organize ettiği kuşatmanın vurucu gücü haline gelmiş durumda.
İsrail'in İran'ı caydırmak uğruna yürüttüğü destabilizasyon yani istikrarsızlaşma faaliyetinin geleceğini kısa vadede iki unsurun belirleyeceği anlaşılıyor.
Bunlardan biri 17 Eylül'de yapılacak seçimlerin Netanyahu'ya yeniden iktidar yolunu açıp açmayacağı. Diğeri ise Fransa'nın, İran ile ABD arasındaki arabuluculuğunun sonucunun ne olacağı. ABD'nin, İran'dan yalnızca nükleer programını değil, balistik füze programını da tamamen iptal etmesinde ısrar etmesi bu arabuluculuk çabasının çıkmaz sokakta noktalanmasına yol açabilir. 2020 yılına bir uzlaşma olmadan girilmesi halinde ise Lübnan'da yalnızca güvenliği değil siyasi istikrarı da tehlikeye atacak gelişmelerin yaşanma ihtimali bulunuyor. Şüphesiz, bu tehlikeden Doğu Akdeniz'deki enerji projeleri de payını alacaktır.
Şimdilik sadece Lübnan-Irak-Suriye üçgeninde yoğunlaşan bu çatışma dinamiğine dair üzerinde durulması gereken son nokta ise 24 Haziran'da Rusya-ABD-İsrail ulusal güvenlik yetkililerinin yaptığı toplantının Astana ve Cenevre süreçlerinin önüne geçip geçmediği sorusudur. Gelişmeler, Esed rejiminin yeniden ülke topraklarının tamamına hakim olmasından ziyade, İsrail'in güvenlik kaygılarının giderilmesine yönelik belki geçici ancak somut sonuçlar doğuran bir ABD-Rusya uzlaşmasına evrilmiş izlenimi veriyor.
Kudüs sürecinin Suriye'nin geleceği üzerinde ne derece etkili olduğunu da kısa bir süre sonra Türkiye'de Astana formatında düzenlenecek Suriye zirvesinde görmek mümkün olacak.
[Ankara'da ikamet eden gazeteci Mehmet A. Kancı Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]
"Görüş" başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Son Dakika › Güncel › Girit'ten Yemen'e destabilizasyonun adı: İsrail - Son Dakika
Masaüstü bildirimlerimize izin vererek en son haberleri, analizleri ve derinlemesine içerikleri hemen öğrenin.
Sizin düşünceleriniz neler ?