Taraftarlık en değerli şeydir... - Son Dakika
Magazin

Taraftarlık en değerli şeydir...

Taraftarlık en değerli şeydir...

*Önce filmi nasıl buldun, bunu sorayım...Ben tabii bu konuda çok objektif olamam. Bana perdede Beşiktaş'ın sadece tribünlerini gösterseler, tezahüratlarını dinletseler o bile harika gelir.

01.09.2019 08:44  Güncelleme: 10:40
Twitter'da Paylaş Facebook'da Paylaş WhatsApp'da Paylaş

*Önce filmi nasıl buldun, bunu sorayım...

Ben tabii bu konuda çok objektif olamam. Bana perdede Beşiktaş'ın sadece tribünlerini gösterseler, tezahüratlarını dinletseler o bile harika gelir. Ama şunu söylemeliyim, 'Kolej Havası' aradığım o duyguyu, yani Beşiktaşlının kulübe aidiyet duygusunu bana hissettirdi. Üstelik bu takımda yıllarca futbolcu olarak oynadığınızı düşünürseniz, ben her şeyi fazlasıyla hissettim. Bence en güzeli, sahanın içinde oynayanlar değil de, o stadın nasıl bir ambiyans olduğunu hissettirenlerdir. Ben bunu söylediğimde yanlış anlıyorlar veya içten söylemediğimi zannediyorlar. Oysa bu benim 55 yaşında vardığım bir sonuç. İnanın oynamaktan çok daha değerlidir taraftar olmak.

Film futbolun, belki de bir sporun esası olan 'Takım ruhu' kavramını da iyi yansıtıyor sanırım.

'Takım ruhu' nedir? Mesela benim yanında bir dönem eğitim aldığım bir İngiliz hoca vardı (Milne'i kast etmiyorum ama), o şöyle yapmıştı tanımını: "Hedeflenen şey, planlanmış bir hedefse, ona sorgulamadan kendini adama derecesi." Evet, böyle bir tanımlama yapılabilir. Gerçi bana 'sorgulamadan' kelimesi hayatın her alanında problemli geliyor ama neyse. Hakikaten takım ruhunu yapan şey bir forma esasında. O forma olmadan 20-25 gencin birlikte, aynı şekilde aynı hedefe gitmesi çok kolay iş değil. Öte yandan şöyle bir durum da var; Ben Milli Takım'da antrenörlük yaparken 2006 Dünya Kupası'da İtalya'yı 'Şampiyon' yaptığının ertesinde Marcello Lippi bir eğitim semineri için Türkiye'ye gelmişti. Ben de kendisine "Hocam, ne olmadan şampiyon olunmaz?" diye bir soru sormuştum. Lippi, "Eğlenmeden şampiyon olunmaz" demişti. Kimi "Taktik" der, kimi "Teknik" der, Lippi "Eğlenmek" demişti. O zaman benim aklıma yatmadı ama şimdi düşünüyorum da bizim dönemin Beşiktaş'ı galiba 'Takım ruhu'yla buluşturan en önemli etkenlerden biri eğlenmemizdi. Ben, Ali, Feyyaz, Şifo, Şenol, tüm takım çok eğleniyorduk. Birbirinden keyif alan bir topluluktuk. Evet, futbolda acılar da, üzüntüler de, başarısızlıklar da var ama biz genel tabloya baktığımızda çok eğleniyorduk. Hatta bazı arkadaşlarımız, diğer takımlara transfer olduğunda "Mesele transfer olup gitmek değil, buradaki eğlenceden kopmak en acısı" derdi…

Taraftarlık en değerli şeydir...

Biraz daha açsan...

Tabii ki biz oraya 15 yıl kendimize göre profesyonelce hizmetler verdik. Bizim Beşiktaş'ı sevmemizin bir mantığını bulabilirsiniz ama taraftarın bulamazsınız. Hakikaten çok karşılıksızdır. Hakikaten en keyiflisi taraftar olmaktır. Bakın maddiyatı, para kazanmayı, forma giymeyi kenara bırakın, kulüp açısından bence en değerlisi taraftar olmaktır. Bunu çok içtenlikle söylüyorum; oynadım, taraftar da oldum ama taraftarlığın en değerli şey olduğunu düşünüyorum.

Filmin hatırlattığı başka hisleri, duyguları sorsam…

'Kolej Havası'nı izlediğimizde mesela filmde şunu gördüm; Feyyaz Fenerbahçe'ye gidişindeki olaylar nedeniyle çok üzgündü. Bunu Fenerbahçe bağlamında söylemiyorum; Şahane de bir şeydir Fenerbahçe'ye gitmek. Herkes de gidemez; orası ayrı bir konu. Ben Feyyaz'ın yaşadıklarına istinaden film üzerinden gördüklerimi söylemek istiyorum. Başkana, sevgili Süleyman Seba'nın filmde yer alan veda sürecine de baktım. Son konuşması mesela, çok hüzünlü… Ben yine de keşke Sevgili Seba, Feyyaz konusunda biraz daha hoşgörülü olsaydı diyoruz. Hani 'aile takımı' falan diyoruz ya bizim döneme, keşke bu konuda daha anlayışlı, daha sarıcı, daha hoşgörülü olsaydı Süleyman Başkan. Filmde Feyyaz, "Ben hata yaptım, gitmeliydim başkanın yanına" diyor ya, Başkan da sanki onu yanına çağırabilirdi, çağırıp "Gel buraya, konuşalım" diyebilirdi. Başkan bunu yapabilirdi. Filmi seyrederken bunlar geldi aklıma. Benim Feyyaz olayında yaşananlara bakışım da bu olsun…

'Kolej Havası' bu ruhu iyi mi yansıtıyor yani?

Evet, dediğim gibi oynayanlar değil, oraya, o stada, o takımı izlemeye gelenlerdir esas olan. Çünkü oraya gelenler dolayısıyla bu oyun var. Yoksa siz kendi başınıza da oynarsınız. Benim gibi eski futbolcuların yaptığı türden halı sahada oynamak gibi (Gerçi iki yıldır sakatlığımdan dolayı oynayamıyorum ama) oynarsınız bu oyunu. Kendi kendinize oynarsınız. Şimdi bizim halı sahada oynadığımız gibi. Ama faal dönemimde oynadığım oyuna 15 yıl boyunca binlerce insan şahitlik etti. Sonuç olarak 'Kolej Havası' beni bütün bu özellikleriyle yakaladı diyebilirim. Ama tabii ki filme ilişkin gerçek kararı kamuoyu, seyirci, Beşiktaşlılar, futbol tutkunları, senin ait olduğun müessese, yani eleştirmenler vs. verecek...

Taraftarlık en değerli şeydir...

Bu türden, içinde senin de yer aldığın bir tarihi yansıtan yapımlarda, kendni izlerken nasıl hissiyat içine giriyorsun?

Valla bu filmin bazı bölümlerinde ağladım... 'Kolej Havası'nın ana amaçlarından biri duygu yoğunluğuysa ben bunu sonuna kadar yaşadım. Mesela benim için şu mesele çok önemlidir, sanıyorum Vedat Türkali'nin 'Bir Gün Tek Başına' romanında geçiyordu; "Bazı şeyler yaşandığından çok daha keyiflidir hatırlandığında". Bu tanım ilk okuduğumda beni çok etkilemişti, sonrasında yaşadığım kimi ruh durumlarını hep bu cümleyle açıklar oldum, bana bu duyguyu yaşatan şeyleri daha çok seviyorum, 'Kolej Havası' da bu türden bir etki yarattı bende. Kendi özelime gelirsek, o zamanlar yapıyordum, şimdi ise seyrediyorum.

*Süleyman Seba'yı bir de senden dinlesek…

'Kolej Havası'nda da vurgulandığı gibi sadece kendi camiasının değil, Fenerbahçe, Galatasaray gibi diğer bütün camiaların, diğer kulüp başkanlarının, taraftarlarının sevgi ve saygısını kazanmış bir kişilikti. Bu çok önemli, çok kıymetli bir şeydir. Hastayken kendisine bir hatıra defteri açılmıştı, o defterde yazılanları, farklı takım taraftarlarının ona karşı dile getirdiği düşünce, sevgi ve saygıyı bir görseydiniz. Anılarda böyle yer etmek çok önemlidir. Sevgili Seba bunu başarabilmiş bir kişilikti.

*  Futbolculuk zamanında maçlarda kendini seyrederken nasıl bir duygu içinde oluyordun?

Çok seyretmezdim. Keşke seyretseydim, seyretmek gerekirdi. Oyuncu gelişimi için, oyununu geliştirmek için seyretmek gerekirdi. Ama o zaman, o dönem sadece oynamayı düşünüyorsunuz yani, seyretmeyi değil. Ama şimdi geriye baktığımda o dönemi hatırladığımda çok daha keyif alıyorum yaşadığımdan.

Yani film sonuçta bu duruma da vesile olmuş.

Tabii tabii. Mesela bir tüyo vereyim, Feyyaz (Uçar) da anlattıklarıyla beni çok ağlattı filmde, onu söyleyeyim.

Oysa gerçek hayatta ağlatmazdı değil mi?

Yok, hep güldürür. Feyyaz çok kendine münhasır bir kişidir. Şurası da ilginç, başkaları 'Kolej Havası'na sadece bir film olarak bakabilir ama burada anlatılanlar sonuçta bizim gerçeğimiz. Feyyaz da yine çok iyi ifade etmiş duygularını.

Taraftarlık en değerli şeydir...

Bizim takım bugün de başarılı olabilirdi...

Sizin dönemin takımı bugünün futbolu içinde ne yapardı dersin?

Ben başaralı olacağını düşünüyorum çünkü hızlı oyuna inanan ve uygulayan oyunculardan kuruluyduk. Ben futbola bakarken hız ve tabii ki oyun aklı, oyun zekasının çok önemli olduğuna inanıyorum, Elbette ilk elde, "O takım bugün ne yapardı"yı kestirmek mümkün değil. Nasıl ki Pele'yle Maradona'yı aynı dönemde oynamadıkları için kıyaslayamıyorsak, "Messi mi Maradona mı?" sorusuna net bir cevap bulamıyor, karar veremiyorsak, aynı şey bu konuda da geçerli. Ama ben yine de oyunu hızlı oynayabilen takımımız için şimdilerde de başarılı olurdu diye düşünüyorum.

Teknik adamlıkta heyecan çok önemli

Çalıştığın en iyi teknik direktör kimdi?

Şöyle söylemek lazım, böylesi bir gözlemi, kendinin de teknik direktör olarak çalışma ihtimallerini kattığın zaman ya da tecrübeli oyuncu olarak futbolu yavaş yavaş bırakma aşamasına geldiğinde daha fazla yapmaya başlıyorsun. Ben yıllarca Gordon Milne'le çalıştım ama en iyi antrenmanlarımı Christoph Daum'la yaptım. Onun sayesinde 33 yaşında, beş yıl sonra Milli Takım'a çağrıldım. Antrenman tekniğine çok hakimdi, süresi kısa ama yoğunluğu yüksek çalışmalar yaptırırdı. Hani hep yardımcısı Roland Koch'un antrenman tekniğinden bahsedilir ya, aslında bakarsanız Daum'un Koch'luğu daha iyidir...

Peki oyuna bakışıyla, yaklaşımlarıyla kimdi desem...

Türk futbol ortamını en iyi yöneten hoca olarak Fatih Terim'i görüyorum. Buna birçok şeyi katabilirsiniz. Mesela şu çok önemli bir özelliktir; heyecanını yitirmeden bunu yıllara taşıyabilmek, yayabilmek. Mesela ben teknik adam olarak bir kere şampiyon olsam, bir daha antrenörlük yapmam. Bunu kendi yapımı söylemek için anlatıyorum. Bu heyecanı yitirmeden oralarda yapamazsınız. Bu, Fatih Hoca'da müthiştir. "En iyi teknik adamdır, en iyi teknik bilgiye sahiptir" demiyorum ama almayı (ki bunu da verim almak anlamında söylemiyorum) bilir ve aldıklarını doğru uygulamayı, doğru yorumlamayı çok başarılı bir şekilde yapar. Dönüştürür. ve macerayı sever. Bu da çok önemlidir.

Ya genç kuşak teknik adamlar?

Özellikle Abdullah Avcı yeni kuşak teknik adamları içinde Avrupa'yı, modern futbolu yakalamaya, uygulamaya çalışan bir yapıya sahip. Sürekli kendisini geliştirerek bu noktalara geldi, Başakşehir kariyeri boyunca başarılı işlere imza attı. Şimdi Beşiktaş'ta ne yapacak, bütün futbol kamuoyu gibi ben de bu serüveni merakla bekliyorum.

*Zamanımızın futbol mantığını sorayım. Mesela sen neredeyse bütün bir futbolculuk kariyerin boyunca Beşiktaşlı olarak kaldın. Sizin kuşak için bu olağan bir durumdu. Ama günümüzün seyircisi hem bir yandan bağlılık istiyor, bir yandan da beğenmediği futbolcuyu (ya da teknik direktörü) üç-dört hafta sonra göndermek istiyor. Bu çelişki hakkında neler söylersin?

15 yıl oynadım Beşiktaş'ta. Bugün ileride, forvet hattında benim pozisyonumda oynamak pek mümkün değil. Yenilerin yetersiz olduklarından değil, kuşkusuz çok daha iyi oyuncular var ama günümüz şartlarında bu çok zor bir şey. 15 sene Beşiktaş, Galatasaray ya da Fenerbahçe gibi takımda forvet oynamak neredeyse imkansız gibi. Çünkü o döneme göre hedefler farklı, mücadeleler farklı.

Taraftarlık en değerli şeydir...

*Artık yüz de eskiyor meselesi var sanki.

Birçok şey var. Bugün çok zor hakikaten oralarda bu kadar uzun süre kalabilmek. Ayrıca Avrupa'ya gitmek gibi bir seçenek var. Zaten dünya da bırakmıyor sizi, transfer ediyorlar. Bizim dönemlerimizde aidiyet hissi farklıydı, taraftarın sizi hala 'camia adamı' olarak görmesi de biraz bundan kaynaklıdır. Son tahlilde ben çok keyif aldım Beşiktaş'ta oynamaktan. Başka hiçbir takımda oynamak istemedim, çünkü bu takımda mutluydum…

Top oynarken 'Git Metin', şimdi 'Gel Metin'...

Zamanınızın adeta 'Dream Team'iydiniz ve en çok da 'Metin-Ali-Feyyaz' üçlüsüyle tarihe kaldınız. Yıllar sonra dostluğunuz ne durumda?

O takım tabii ki sadece 'Metin-Ali-Feyyaz'dan oluşmuyordu, hepimiz çok samimiydik. Hep birlikte maçların dışında özel hayatlarımızda da gezdik, tozduk, eğlendik. Bir grup 'dünya turu'na bile çıktık. Hakikaten o 20-25 kişilik topluluk yaşadıklarımızdan çok keyif aldık, birbirimizle çok iyi anlaştık.

*  Peki, birbirinizi hala arıyor musunuz, hal-hatır soruyor musunuz?

Arıyoruz. Mesela ben filmi izledikten hemen sonra aradım Feyyaz'ı. "Feyzo, ağlattın beni" dedim.

*  Buluşma ritüelleri falan...

Oluyor, yapıyoruz tabii. Ama sevgili Süleyman Seba yaşarken daha çok yapardık. İki ayda bir, bir akşam yemeğinde buluşurduk. Başkan rakıyı severdi, biz de fena değilizdir; orada sofraya oturup bol bol sohbet eder, eski günlerden bahseder, birbirimize takılırdık. "Gel, yanıma otur" derdi bazen, ben de "Başkan, top oynarken 'Git Metin' derdin, şimdi 'Gel Metin' diyorsun" diye espri yapardım. O da "Ben kimseyi yollamadım, nerden çıkartıyorsunuz" niye savunmaya geçerdi.

'Sana da soru soruyoruz, makara yapıyorsun'

Kariyerinin başlarında ünlü bir taksici anın var, bunu bir kez daha dinlesek...

O zamanlar 'Donanma Kupası' denilen bir turnuva düzenleniyor, 1983'te Galatasaray'a karşı oynuyoruz ve ben gencecik bir oyuncu olarak iki gol attım; maç da 2-2 bitti. Karşılaşma sonrası meşhur ağaçlı yoldan Beşiktaş vapur iskelesine doğru babamla yürüyoruz. O taksici de koca İstanbul'da beni buldu. Trafik sıkışmış durumda, kilit; adamcağız o hengamede pencereyi açtı (pencere camları kollu o zaman, otomatik olsa belki o kadar kızmayabilirdi!), döndü bana, "Birader, Beşiktaş maçı kaç kaç?" dedi. Ben de "2- 2 abi" dedim. Devam etti: "Golleri kim attı Beşiktaş'ın?" Kafanda 200 tane gider gelirsin ya "Ne söyleyeceğim şimdi?" diye kuruyorum, "Metin attı" desem daha yeniyim, tanımayacak, "O kim?" diyecek... "Ben attım abi" dedim. "Ulan sana da soru soruyoruz, makara yapıyorsun" dedi, camı kapattı ve kızıp gitti.

Hayatımın maçında iki gol attım...

Hayatının maçı hangisiydi diye sorsam...

Benim için hayatımın maçı 89-90 sezonunun 33. haftasındaki Fenerbahçe- Beşiktaş maçıdır.

3-1 kazanmıştınız, 'Kolej Havası'nda da görüntüleri var.

Evet, 3-1 kazandık ve şampiyonluğu garantiledik. İki gol attım, o zamanlar 'asist' diye bir istatistik yoktu, şimdinin verileriyle söylersek bir de asist yaptım, İlk golde topu Feyyaz'a ortalamıştım. 1-0 mağlubiyetten galibiyete uzanmıştık. Ben iki tane kafa golü attım. Bu maç beni Beşiktaş'a döndüren, tekrar Beşiktaşlı yapan maçtı. Çünkü o sezonun başı ben kampa götürülmedim ama sezonun finalinde şampiyonluk golü atıyordum. Bu açıdan bu hikaye benim Beşiktaş serüvenim içinde çok özeldir.

Taraftarlık en değerli şeydir...

Benim için 'Öldü' söylentileri bile çıkmıştı

*Oyunculuk döneminin en kötü anısını sorsam...

1988'de, futbolu bırakıp bırakmamakla burun buruna getiren Sakaryaspor'la oynadığımız bir deplasman maçında yaşadığım sakatlık olayım vardı. Beyin kanaması geçirdim, kafatasım 15 cm. kırıldı. O dönemleri hatırlarsanız, öldü söylentileri de çıkarılmıştı. O olayda artık futbolu bırakmakla bırakmamak arasında gidip gelmiştim. Düşünsenize, 24 yaşındasınız ve en sevdiğiniz şeye veda etme durumunuz var. Kimisi "Artık oynayamaz" demişti. İngiltere'de göründüğüm doktor "Oynayabilirsin, ama bundan sonra adama değil topa vur" diye espri yaparak 'Devam' kararımda etkili oldu. Benim için hayattaki en karanlık günüm oydu tabii.

Taraftarlık en değerli şeydir...

En güzel golümü PSV'ye attım

Unutamadığın gol?

Valla en değerlisi sanırım bahsettiğim şampiyonluk maçında Fenerbahçe'ye attıklarımdı ama en güzeli de PSV Eindhoven'a attığımdı. Van Breukelen'a atmıştım, 1-0 öne geçtik. Hakikaten iyi oynuyorduk. Hatta verilmeyen bir penaltımız vardı, o verilse 2-0 olacaktı. Sonra maç döndü, 2-1 kazandılar ve elendik (Türkiye'de 1-1 berabere kalmıştık). Ki PSV'de Romario vardı, Wim Kieft vardı; çok güçlü bir takımdı yani...

Taraftarlık en değerli şeydir...

Beşiktaş'a Kocaelispor altyapısından gelen Metin Tekin, Siyah-Beyazlı takımda 1982'den 1997'ye kadar forma giymişti.

Kaynak: Hürriyet

Son Dakika Magazin Taraftarlık en değerli şeydir... - Son Dakika

Sizin düşünceleriniz neler ?


Advertisement